Tıkla Sende Sitene Ekle


   
  HALİS DİN ALLAH'INDIR
  Hidayet
 

Bismillahirrahmanirrahim
Hidayet, do
ğru yolu bulma, açıklama, ilham etme, muvaffak kılma anlamlarına gelmektedir. Terim olarak hidayet; küfür, şirk ve sapıklıklardan kurtularak, İslâm'ın aydınlık yoluna girmektir. Hidayet, lutf ile olan rehberlik demektir. Allah Teâlâ'nın, lütuf ve keremiyle, kuluna sonu hayır ve mutluluk olacak isteklerinin yollarını göstermesi veya yola götürüp muradına erdirmesidir. Sadece yolunu ve sebeplerini göstermeğe irşâd; neticeye erişinceye kadar yola götürmeye de tevfîk denir. Hidayette istenen, hayra ulaştırmaktır. Mesela, hırsıza yol göstermeye hidayet denmez. Hidayeti buldurmaya "ihtidâ" veya "hüdâ" denmektedir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de “el-Hâdî”, yani hidayet veren, hidayete erdirendir.

 

Allah, hâdîdir; yani kendisini tanıma yollarını kullarına gösterip tanıtan, onları Rububiyetini ikrar edici kılan, necat (kurtuluş) yolunu gösterip açıklayan, her yaratığın bekası ve varlığını sürdürmesi için gerekli olan cihetlere yönelten zattır. Bundan fazla olarak, kullarından dilediğini tevhid nuruyla müşerref kılar, istediğini dosdoğru yola hidayet eder. Ayrıca bütün diğer yaratıkları faydalarına olan yöne sevkeder, rızık arama yollarını, zararlardan sakınmalarını ilham eder. İmam Gazali, bu ikinci nevi hidayete bazı örnekler verir: Yeni doğan yavruya memeyi tutmasını, civcive çıkar çıkmaz daneleri toplamasını, arıya yuvasını altıgen şeklinde yapmasını vb. gibi her canlı için en uygun şartı ilham eder. Hidayetin zıddı dalalettir. Dalalet; sapmak, şaşmak, karanlıkta kalmak, bocalamak ve kaosa yenik düşmek anlamlarına gelir. Dalalet, doğru yoldan bile bile veya iğfale kapılarak sapmaktır. "İhdina" kelimesinin Türkçeye çevrildiğinde en uygun tabir: "bize hidayet et" ifadesidir. Merhum Elmalılı'nın açıklamasına göre: "İhdina" kelimesini "göster" diye tercüme etsek, götürmek kalır. "Götür" deyince, letafet kalır ve hiç biri tam anlamı ifade etmez. En uygunu Türkçeye de yerleşmiş olduğu şekliyle "bize hidayet et" ifadesidir. Yani hidayet, tek kelimeyle tam olarak tercüme edilemez.

 

Çölün ortasında yolunu şaşırıp kaybeden bir kimseyle, bir rehber yardımıyla gideceği yeri, yönü rahatca tayin edip bulan kimse bir değildir. Bu bakımdan hidayetin tam karşısına da şaşırmışlık, sapmışlık anlamına gelen "dalalet" kavramının yerleştirildiği görülür. Çünkü her şey kendi zıddına nispetle daha gerçek mana ifade eder. O halde, insanı hayat çölünde ya da yolunda doğru istikamete götürecek, sapmalardan koruyacak yön tayin edici kılavuz nedir? Elbette ki Allah'ın hidayeti (yol göstermesi)dir. "De ki: Hidayet/doğru yola kılavuzluk; ancak Allah'ın hidayetidir." (6/En'âm, 71) Yolun doğrusunu göstermek Allah'a aittir. Yolun eğri olanı da vardır. Allah dileseydi hepinizi hidayete iletirdi." (16/Nahl, 9)

 

Hidayet, bir yolu göstermek ve o yolda sebatı sağlamada yardımcı olmaktır. Yalnız göstermek, dinin anladığı manada hidayeti ifade etmez. Gösterilen yolda sebata yardım etmek de vahyin hidayetinin bir parçasıdır. O yüzden daha çok hidayete ermiş insanların okuduğu Fatiha suresi 5. âyetindeki "ihdinâ" kelimesine, bazı müfessirler; "bize verdiğin hidayette sebatımızı nasib et" anlamı vermişlerdir.

 

 

        Kur’an’da Hidâyet

 

Hidayet, Kur'an'ın en önemli kavramlarından birisi olmakla beraber, aynı zamanda zıddı olan dalaletle birlikte Kur'an'da en çok zikredilen kelimelerdendir. Hdy, Kur'an'da 350 kadar yerde geçer. Hâdî, hidayet eden, hidayet yaratan, istediğini hayırlı ve kârlı yollara muvaffak kılan anlamına gelir. Kur'an'a göre mutlak Hâdî, Allah'tır. Mutlak Hâdî olan Allah'ın insanlara olan hidayetinin ise dört şekilde olacağı beyan edilmektedir:

 

1- Hidayetin bütün mahlukata şamil olması. Bu, Allah'ın onlara akıl, zeka ve zaruri bazı bilgiler ihsan etmesidir. Tâhâ, 50 ve A'lâ, 3 âyetlerinde bu tür hidayetten bahsedilir.

 

2- Peygamber ve Kitaplarla insanları çağırdığı hidayet. "Onları, buyruğumuz ile, insanları doğru yola götüren (yehdûne) önderler yaptık." (21/Enbiyâ, 73) ayetinde olduğu gibi.

 

3- Bu hidayeti kabul eden ve doğru yolda olanlara tevfik hidayeti, onları bu hidayete muvaffak kılması. "Hidayeti kabul edenlerin (ihtedev), Allah hidayetlerini artırır." (47/Muhammed, 17) "Allah, iman edenleri hidayet etti." (2/Bakara, 213) ayetlerinde olduğu gibi.

 

4- Âhirette cennete hidayet edip iletmesi. "Hamd Allah'a olsun ki, bizi buna hidayet etti." (7/A'râf, 43) ayetinde olduğu gibi.

 

İnsan, bir başkasını, bu dört hidayet çeşidinden sadece davet ve yolu tanıtmak suretiyle hidayete sevkedebilir. Hz. Peygamber'e hitaben: "Muhakkak ki sen, dosdoğru yola hidayet edersin." (42/Şûrâ, 52) "Her millet için hidayet eden (yani, davet eden) vardır." (13/Ra'd, 7) gibi ayetlerde kasdolunan hidayet, bu nevidendir. Gerekli istidatları, tevfik ve âhirette mükâfat verme şeklinde olan öbür hidayet çeşitlerine ise: "Sen istediğini hidayete erdiremezsin" (28/Kasas, 56) (Hitap özellikle Hz. Peygamber'edir.) gibi ayetler işaret eder. Allah'ın; zalimler, kafirler, fasıklar hakkında menettiğini bildirdiği her ayette, üçüncü nevi, yani "hidayeti kabul edenlere mahsus olan tevfik hidayeti" söz konusudur. Cennete koymak ve ahirette mükafat vermekten ibaret olan dördüncü kısma giren hidayet ise şu gibi ayetlerdedir: "İman ettikten, Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkar eden bir topluluğu, Allah nasıl hidayet eder?" (3/Al-i İmran, 86) "Allah, zalimler topluluğuna hidayet etmez." (2/Bakara, 258) "Onların hidayetleri sana düşmez, fakat Allah dilediğini hidayet eder." (2/Bakara, 272) (1)

 

 

Hâdî, cahiliyye devrinde, yolları iyi bilen ve insanlara yol gösterip, varacakları yerlere götüren kimseye denilmektedir. Kur'an, salih amelle hidayet arasında yakın bir münasebet olduğunu açıklar. Tevbe-iman-salih amel üçlüsünün neticesinde hidayete ulaşılmaktadır. (20/Tâhâ, 82) Başka bir ifadeyle hidayet, tevbe-iman-salih amelin doğal neticesidir. Hidayete ermenin, iman ve salih amellerle olacağını şu ayette de görmekteyiz: "İman edenler ve salih ameller işleyenleri imanlarına karşılık Rabbleri onları hidayete erdirir, doğru yola eriştirir." (10/Yûnus, 9) Başka bir ayette de hidayet ve ıslah arasında bir ilginin varlığı görülmekte olup, şöyle buyrulmaktadır: "Onları hidayete erdirir, doğru yola eriştirir ve durumlarını düzeltir." (47/Muhammed, 5) Ayette doğru yola eriştirilen ve durumları düzeltilenler, surenin baş tarafında ifade edildiği gibi, iman eden ve salih amel işleyenlerdir. (2)

 

 

        Hidâyet, Yön Bulmak; İman, Yönü Bulduran Kuvvet

 

İnsan hayatının en önemli meselesi yön bulmaktır. İman, yönü bulduran kuvvettir. Ancak bulunan yönde yürüyebilmek, bizi yol problemiyle karşı karşıya getirir. Yönün işe yaraması, bu yönde yürümemizi sağlayacak yolu gerekli kılar. Bu bakımdan Kur'an, yol konusu üzerinde çok durmaktadır. Kur'an'da geçen sırat, sebil, tarik ve şeriat kelimelerinin hepsi -aralarında nüanslar olmasına rağmen- yol anlamındadır.

 

Hidayetin neticesi iman; dalâletin neticesi imansızlıktır. İnsanın kalbi, hem imana, hem de küfre doğru eğilmeğe elverişlidir. Kalbin imanla küfürden birini tercih etmesi için mutlaka çekici bir sebep icabeder. Hidayeti de dalaleti de ancak Allah yaratır. Yani gönüllere imanı sevdiren sebepleri Allah yarattığı gibi, küfür tarafını tutturan sebepleri yaratan da O'dur. Kullarından istediğine hidayet; istediğine dalalet verir. Allah'tan başka insanları hidayet ve bahtiyarlığa eriştirecek, yahut dalalet ve hüsrana düşürecek hakiki bir fâil yoktur. Allah'ın hidayet ettiğini kimse saptıramaz. Allah'ın sapıttığını kimse doğru yola getiremez.

Yalnız, burada şu noktayı iyi bilmek lazımdır ki, Allahu Teala'nın bir kulunda dalalet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır. Yoksa, kul iradesini, yeteneklerini dalalete yöneltmedikçe Allah onu cebren dalâlete sevk etmez. Yani, halk tabiriyle "bela isteyen belasını; Mevla isteyen Mevla'sını bulur." Nitekim, insanlarda hidayet ve iman asıldır. Dalalet ve küfür sonradan ârız olmuştur. Cüz'î iradenin su-i isti'malinden doğmuştur. Dalâlet ve küfür fıtrata muhalefettir. Hastalıktır (2/Bakara, 10). Sağırlıktır, dilsizlik ve körlüktür (2/Bakara, 18). Küfür ve dalalet, zarara asla uğramayacak bir ticareti / kazancı (35/Fâtır, 29; 61/Saff, 10-11) istememek ve müflis tüccar olmaktır. "Onlar hidayete karşılık dalaleti satın alanlardır. Ancak, onların bu ticareti kazançlı olmamış ve kendileri de hidayete erememiş, doğru yola girememişlerdir." (2/Bakara, 16)

 

Kalu Bela denilen bezm-i elestte, yani hilkat sabahında, ruhlar meclisinde Allah, hepimizden ahd ve misak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize hep bir ağızdan söz verdik. Gerçi biz bu macerayı hatırlayamıyoruz ama, onu Allah, kitabında bildirmiş, bu suretle kat'i olarak malum olmuştur. Hatırlayamamak, inkâr vesilesi olamaz. Biz üç günlük kısa hayatımızda bile, nice mühim ve hayati olayları unutup duruyoruz. İşte ezeli iman, Allah'ın bir hidayeti ve bu maceranın tatlı bir hatırası ve insanlarda her türlü fazilet ve ahlak sermayesidir. Dünyaya çıkma zamanı gelince her ruh için cismani ve ruhani kuvvetlerle mücehhez bir ceset bağışlaması, dünyaya kitaplar indirmesi, peygamberler göndermesi, dünyada gördüğü, işittiği, fikren mülahaza ettiği her hadisede bir hikmet dersi göstererek ezeli iman nurunu kuvvetlendirip parlaklığını arttırması, hep Allahu Teala'nın kat kat hidayetleridir ki, kul, hidayet istedikçe ve hidayete uydukça Allah'ın hidayeti de daima artar durur. "...Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize süslemiş, sindirmiştir. Küfrü, fıskı ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." (49/Hucurât, 7) (3)

 

 

 

 

 

   

 

        Hidâyet İsteği ve Hidâyette Devam

 

Fâtiha suresinde "ihdinâ" (bize hidayet et) diye dua ediliyor. Dalalette bulunanların hidayet istemesi, hidayetin meydana gelmesini istemek; hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat ve hidayet mertebesinde yükselmeyi istemek anlamındadır. Bizi hidayet üzere sabit kıl, hidayetten ayırma demektir. Şu ayette buna benzer dua ifadesi vardır: "Ey Rabbımız, bizi hidayete ulaştırdıktan sonra, kalplerimizi saptırma." (3/Al-i İmran, Nice âlim ve âbid vardır ki, onun kalbine küçük bir şüphe düşmüş, böylece de Hakk'tan sapmış, ayağı kaymış ve dosdoğru yoldan, müstakim dinden dönmüştür. Müslümanca bir hayat önemlidir ama, müslümanca ölmek çok daha önemlidir. "Başka türlü değil, sadece müslüman olarak ölün" (2/Bakara, 132) Biz, her an hidayette kalabilmek, doğru yoldan sapmamak için Allah'ın yardımına muhtacız. Zaten suredeki tüm cümleler istimrarı (devamlılığı) ifade etmektedir. Hamdler, sürekli O'na; ibadetler, taatler, ve dualar da kesintisiz O'nadır.

Hidayet, bizi hakka götüren her türlü meziyet, araç, akl-ı selim, Peygamber ve Kitap’tır. Müstakim yolda kalabilmemiz, kesintisiz olarak bunlara sahip olmakla mümkündür. Sürekli akl-ı selim sahibi olmak, vahiyle irtibatlı bulunmak, Peygamber’e bağlı kalmak; dosdoğru yolu bulmak kadar, o yolda kalmak için de önemlidir. Öte yandan müslüman daha ileriye, en ileriye taliptir. Zarardan kurtulmak için, mü'minin iki günü birbirine denk olmamalıdır. İlmî ve amelî yönden de kendini sürekli yenilemeli, hidayet yolunda mesafe katetmeye, dosdoğru yolun en ilerisinde yer almaya gayret etmelidir. İşte bu duamızla biz, Rabbımız'dan hidayetimizin artırılmasını da istiyoruz. (Bkz. 35/Fâtır, 32)

 

Bu ayetten hemen önce "Ancak Senden yardım isteriz." denilmişti. İşte, bu duanın nasıl yapılacağını göstermek için duaya başlanıyor: "Hidayet eyle bizi doğru yola..." Bu talep ve dua, istianenin öneminin ve genişliğinin tatbik sahasını gösteriyor. Dua ve isteğe ne suretle başlayacağımızı, Allah'tan ne istememiz gerektiğini, bizim için en büyük ve en değerli şeyin ne olması gerektiğini öğretmek için böyle dua etmemiz telkin edilmiş oluyor.

 

"İhdinâ" (Bizi hidâyete erdir) ifadesi, ne istediğimizi anlatmaya yetebilirdi. Ama bununla yetinilmedi. Nereye hidayet edilmesi, hangi yola Allah'ın bizi iletmesini istediğimiz de "es-sırata'l-müstakim" ifadelerinde açıklanmış oldu: "Dosdoğru yola. Öyle yol ki..."

 

Niçin "bana hidayet et" değil de; "bize hidayet et" diye çoğul edatı kullanıldı, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Dua, daha genel olduğu zaman, kabul edilmeye daha yakın olur. Müslümanlar arasında duası kabul olunacak mutlaka birisi vardır. Allah, birisinin duasını kabul

edince, diğerlerinin duasını geri çevirmez, denilmiştir. Peygamber Efendimiz, "Allah'a, kendisiyle isyan etmediğiniz dillerle dua edin." Buyurdu. Sahabe: "Ya Rasulallah, hangimizin öyle dili vardır?" deyince de, O: "Birbirinize dua edersiniz. Çünkü sen onun lisanı ile, o da senin lisanınla Allah'a isyan etmemiştir." buyurmuştur. Kul, sanki şöyle der: "Senin Rasülünün 'cemaat, birlik rahmet; ayrılık ise azabtır. " (Müsned, IV/278) buyuruyor. Sana hamdetmek isteyince de, bütün hamdleri dile getirerek "elhamdü lillâh" dedim. İbadeti dile getirdiğimde, bütün herkesin ibadetini dile getirerek "iyyake na'büdü - ancak Sana ibadet ederiz-" dedim. Yardım talebinde bulununca da, herkesin yardım talebini söyleyerek, "ve iyyake nesteıyn (ancak Senden yardım isteriz)" dedim. Şüphesiz hidayeti istediğimde, onu herkes için isteyerek "ihdina -bize hidayet ver-" dedim." Ayrıca, çoğul zamiri kullanılan bu ifade tarzında, müslümanların cemaat halinde olmaları gerektiğine işaret vardır. Onlar toplu halde bir şeye karar verirlerse, bu doğru ve Allah katında değeri olan bir hüküm olur. Toplu haldeki bu müslümanlara Allah, yeryüzünü varis kılıp, onları da Kendisine yeryüzünde halifeler kılmıştır (35/Fâtır, 39; 21/Enbiyâ, 105)

 

"İhdinâ" derken, hidayetin yalnız ve yalnız Allah'a ait olduğunu bildiğimizi de itiraf etmiş oluyoruz. Allah, Rasulüne: "Sen sevdiklerine hidayet veremezsin. Ancak Allah, dilediğine hidayet verir." (28/Kasas, 56) buyurarak, hidayeti Rasülünün bile veremeyeceğini bildirir. Peygamberler ancak hidayete vesile olurlar, insanlara yol gösterirler. "Muhakkak sen, sırat-ı müstakıyme yol göstermektesin." (42/Şûrâ, 52) Rabbimiz vahiyle peygamberlerine yol göstermiştir. Biz de o vahyin ışığında yürüyoruz.

 

 

 

 

        Hidâyet Vermek Sadece Allah’a Ait

 

Biz kimseye hidayet veremeyiz. Ama İslam nuruna davet eder, yol gösteririz. Gözlere nur vermek Allah'a aittir. Doktorlar nur vermiyor, veremiyor; sadece gözü perdelenenlerin nurunun açılmasına vesile oluyor. Hidayet gönül işidir. Kişinin kafasına tabanca dayayarak iman ettiremezsiniz. Böylesi, hidayete ermiş gibi görünür ama, gönülden inkâr eder. Yine, kişinin kafatası veya kalbi açılarak içinden iman sökülemez. İman, hidayet bir gönül işidir. Gönüle de yalnız onu Yaratan hakim olur. Bizim tebliğimiz, bir kişinin hidayetine sebep olursa, bu bizim için yeryüzü dolusu altına sahip olmaktan daha hayırlıdır. Bu, bize biraz ters gelebilir. Ama, yeryüzü, insan için yaratılmıştır. Yeryüzünün tamamı, insanın haksız yere akıtılmış bir damla kanına denk olmaz. Dinimizin insana verdiği değer bu!... "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, ihya ederse (hidayetine vesile olursa) bütün insanları kurtarmış, ihya etmiş gibi olur." (5/Mâide, 32) Kur'an-ı Kerim'de Rabbimiz haksız yere herhangi bir kişiyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi olduğunu haber verirken (Maide, 32) öldürülenin mü'min veya kâfir olmasını ayırt etmez. Medeni zannedilen Avrupalının, Amerikalının gözünde ise, bir varil petrol, hıristiyan olmayan milyarlarca insandan daha değerlidir. İşte böyleleriyle aynı safta, aynı zihniyet ve aynı paktta olmamak için "gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" diyoruz. (4)

 

"Rabbimiz, her şeye yaratılışını verip, sonra hidayet edendir." (2/Bakara, 38) Yeryüzündeki hayatında insanın önüne iki yol açılmış bulunuyor. Bu yollardan birisi, Allah'a giden yol, diğeri ise, Allah'ın yolu dışındaki sayısız yollar. Allah, yarattığı kullarına karşı son derece merhametli olduğu için, insanlara sürekli olarak "hüdâ"sını göndermiştir. Nitekim “hidâyet” kelimesinin bir anlamı "hediye" dir. Allah'ın insanlara yol göstermesi, onlara hüdâsını göndermesi, bütünüyle O'nun hediyesidir. İnsana düşen, Allah'ın hediyesini kabul etmektir. Bu hediyeyi Allah, her insana doğrudan doğruya değil de, aralarından seçtiği elçileri vasıtasıyla gönderir. İblis, dünya hayatının geçimliliğini insan için yegâne amaç haline getirir. Bunun sonucunda, yalnızca tutkuları peşinde koşan ve yeryüzünde fesat çıkaran insanın doğru yolu bulması için Allah, elçilerini gönderir ve onlarla beraber Kitap indirir.

 

 

(20/Tâhâ, 50) "Ne zaman benden bir "hüda" gelir de, kim benim "hüda"ma uyarsa, böyleleri için korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir."

        Hidâyet İçin Kulun Çabası Gerekir

 

İnsanın, saptığı yollardan ayrılıp, Allah'ın yoluna girebilmesi için, öncelikle böyle bir zorunluluğu duyması, yani bu yola girmek için çabalaması gerekir. Bu çabalama Allah uğrunda cihaddır. Böyle bir çabanın içinde olan, yani, ya kendi kendilerine, ya da elçilerinin

çağrısıyla böyle bir çabanın içine giren insanlara, elçiler getirdikleri Kitab'ın ayetlerini okurlar. Ne ilginçtir ki, elçilere ilk inananlar, şirkin kirlerine bulaşmamış ve şirkin yarattığı ortamdan son derece rahatsızlık duyanlar olmuşlardır. Yani, Kur'an'ın deyişiyle, kulakları bütünüyle sağır, gözleri bütünüyle kör olmamış, bunun sonucunda kalpleri hepten kararmamış, yani, ölmemiş insanlardır bunlar. İnsanı öldüren, kalbi karartan günahlardır. Şirkin her türlü kirlerinin içine bulaşarak, karanlıklar içinde hayaller ve kuruntular üzerinde bir 'bilgi' oluşturan ve bunu gerçek bilgi sanan insanların iman etmesi kolay olmaz. İblis, insanlara yaptıklarını süsler, onlara va'd eder, içlerine kuruntular eker. "Elbette senin kullarından belirlenmiş bir pay alacağım' dedi; 'onları mutlaka saptıracağım, boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim.' (İblis) Onlara va'd eder, ümit verir." (4/Nisâ, 118-120) İşte, şeytanın va'dine, verdiği ümitlere ve emirlerine bağlanıp, tutkularına kapılan insanlar 'ölmüş' insanlardır. Bunlar, fasıktırlar, facirdirler... Elçilerin getirdiklerine inanmazlar; onları yalanlarlar, iman edenleri de vazgeçirmeye çalışırlar. Onların bu durumuna, Kur'an-ı Kerim'de "çok uzak bir dalal" denir.

 

İblisin temelde insanlar üzerinde bir hükmü yoktur. O sadece va'd eder; kuruntular ve ümitler verir. Ona uyanlar, aslında tutkularına, arzularına, hevalarına uyanlardır. Böyleleri, kurdukları dünyalarını sürdürebilmek için birtakım putlar icat ederler. Bu putlar, bazı şekiller olabildiği gibi, özellikle günümüzde çok yaygın olduğu biçimiyle, aldatıcı birtakım "bilgi"ler, eğlenceler, şarkılar, sporcular, bilim, teknik, sosyal bilgiler, ilerleme, eğitim, medeniyet, kültür, çağdaşlık gibi kelimeler de olabilir. Bunlar, Allah'la ilişki koparılarak değerlendirildiğinde; Allah'ın yolundan sapmış, tutkularına köle olmuş insanların, başkalarını da saptırmak için icat ettikleri putlara dönüşür. (Bkz. 14/İbrahim, 35-36; 25/Furkan, 17-18)

 

Öte yandan, şirkin yol açtığı ortamdan memnun olmayan ve çıkış yolu arayan insanlar dalal içinde olmalarına rağmen, elçilerin okuduğu ayetlerle, kalplerindeki kirleri gidermeğe girişirler, tezkiyeye başlarlar. Bu şekilde arınmaya koyularak, hüdaya tabi olmak isteyenlerin bu çabasına "ihtidâ" denilir. (İhtidâ etmediği halde, böyle görünen dönmeler vardır. Sabataycılar da denilen bu dönmeler -avdetiler- 2. Meşrutiyet döneminde ve T.C. de etkin faaliyetlerde bulunmuşlar, Osmanlı'nın ve müslümanların başını çok ağrıtmışlardır. Özellikle Selanik, dönmeleriyle meşhur idi. Hâlâ Hâriciye'de ve basında dönmelerin ciddi etkinlikleri vardır.) İhtidanın başlangıcı elçilere ve Allah'tan getirdiklerine inanmak ve okudukları ayetlerle kalplerini arıtma uğraşısı içine girmektir. "Eğer sizin iman ettiğiniz gibi iman ettilerse, şüphe yok, ihtida etmişlerdir." (2/Bakara, 137) "Eğer müslüman olup teslim olmuşlarsa, şüphe yok, ihtida etmişlerdir." (3/Âl-i İmran, 20) Beri taraftan, elçilerin çağrılarına kulak vermeyip, uzak bir dalal içinde olanların peşinden gidenlerin, kendilerini dalalete sürükleyenlere karşı tavırları şöyle anlatılır: "Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, "keşke" derler, Allah'a itaat etseydik, Rasül'e itaat etseydik! Rabbimiz, doğrusu biz efendilerimize, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, onlar yolu saptırdılar." (33/Ahzab, 66-67) (Ayrıca bkz. 7/A'raf, 38-39).

 

Kalplerini arıtanlar; Allah'a yapışır, Rasüllerin öğretilerine kulak verir ve bu öğretiler üzerinde gitmeğe, hayatlarını sürdürmeğe çalışırlarsa, Allah da onların hidayetini artırır, onları sırat-ı müstakimde sabitleştirir. "Allah, İhtida edenlerin hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (47/Muhammed, 17) İhtidalarında sabit olup, imanlarından dönmeyenler ve salih amellerde bulunanların sonunda kalpleri de hidayete erer. Kalp hidayete erince, insan bütünüyle hüdaya ulaşmış, yani artık tam anlamıyla hidayet bulmuş demektir. "Kim Allah'a iman ederse, Allah kalbini hidayete erdirir." (64/Teğabün, 11) Allah'ın hidayete erdirdiği insanlar, yine İblis'in iğvalarına kapılıp, dalalete düşebilirler. Dalalet, doğru yoldan her türlü sapmayı içine alır; İster bilerek, ister bilmeyerek, ister unutarak, ister kasden olsun. Sırat-ı müstakimde olmamak veya sırat-ı müstakimi bilmemek de dalalettir.

 

Kur'an, hidayetin Allah'ın elinde olduğunu, Allah'ın hidayet vermediğine kimsenin hidayet veremeyeceğini, eğer Allah dileseydi herkesin hidayet üzere olacağını söylemektedir. (Örnek olarak bkz. 6/En'am, 149; 16/Nahl, 9, 93; 7/A'râf, 30; 13/Ra'd, 31; 4/Nisâ, 88; 28/Kasas, 56; 42/Şûrâ, 52; 18/Kehf, 17; 39/Zümer, 37; 2/Bakara, 142, 213, 272; 10/Yûnus, 25; 14/İbrahim, 4...). Kişinin bâtıl yolu bırakıp, hidayete yönelmesi, Cenab-ı Hakk'ın dilemesi ve yardımı ile olur. " De ki: Ey insanlar, size Rabbiniz tarafından bir hak geldi. Kim ihtida eder, doğru yola giderse, kendi lehine doğru yola gitmiş olur. Kim de dalalet içinde olursa, saparsa; kendi aleyhine sapmış olur. Ben üzerinize vekil değilim." (10/Yûnus, 108). "Allah kimi saptırırsa, artık onu hidayete, doğru yola sevk edecek hiçbir kimse bulunmaz." (13/Ra'd, 33).

 

Hidayet, öncelikle Allah'tandır ve tek hidayet edici O'dur. Fakat, rasüller Allah'ın hidayetiyle hidayet edici, yani insanları Allah'ın yoluna yönelticidirler. Bu yönelişi tam bir hidayet üzerinde oluşa çevirmek yine Allah'ın elindedir. Peygamber ne kadar isterse istesin, insanlara hidayet veremez. Allah'ın izniyle insanlar hidayete erer veya sapıklıkta devam eder. Aynı şekilde İblis de insanlara vesvese vererek, emrederek, kuruntular ve ümitler içinde yürüterek onları dalalete çağırır. Ama, yine, insanı sapıklığa iten Allah'tır; yani, nihai belirleyici O'dur. İnsansa iradesini kullanarak sapar; yani Allah, İblisin va'dlerine kanarak, tutkularına esir olan insanları, kendileri istedikleri ve o yöne yöneldikleri için saptırır. İnsanları doğruya yönelten, yani hidayete götüren imamlar olarak rasüller göndermesi, temelde yine Allah'ın hidayet etmesi olduğu gibi, İblisle de saptırması, yine Allah'ın saptırmasıdır; yani, Allah insanın gerek hidayete ermesi, gerekse sapması için gerekli her türlü şartı yaratır; sonra, hidayete ermeğe çabalayan insanları hidayete ulaştırır; sapıklıkta ısrar edenleri de kendi hallerine bırakır:

 

"Onları (elçileri) emrimizle hidayete götüren imamlar kıldık."

"Muhakkak sen, sırat-ı müstakime ihtida ettirirsin." (28/Kasas, 56)

 

 

"Muhakkak sen, sevdiğine hidayet edemezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet eder."

"Sen, görmüyorlarsa, körlere hidayet mi vereceksin?"

"Yeryüzündekilerin çoğuna itaat edersen, seni Allah'ın yolundan saptırırlar."

 

Dalalet, "an" harf-i cerriyle kullanıldığında "yitmek, yok olup gitmek" anlamlarına gelir. Kafirlerin dünya hayatındaki amelleri, küfürleri, iftiraları, hepsi ahirette kendilerinden sıyrılıp gidecektir. Böylece onların hiçbir değerlerinin olmadığı anlaşılacak ve kendilerine hiçbir bakıma yarar getirmeyecek, tam tersine zarar verecektir. Dünya hayatında Allah'a koştukları eşler de, aynı şekilde kendilerinden kaybolup gidecektir: "Uydurdukları şeyler kendilerinden kaybolup gitti." 6/En'âm, 24; 10/Yûnus, 30) (5)

 

Kur'an'ı başından başlayarak okuyan kimsenin, yüce Allah'tan ilk isteği hidayettir. Bu isteğe cevap da, ardından verilmektedir: Hidayeti isteyene "işte Kur'an!" (2/Bakara, 2) denilmektedir. Dosdoğru yol, hidayet Kur'an yoludur.

 

 

(6/En'âm, 116)
(10/Yûnus, 43)
(42/Şûrâ, 52) Buna karşılık,
(21/Enbiyâ, 73)

        Hidâyette Kulun Rolü

 

Kur'an'ın tamamını dikkatlice okumayanlar yüzeysel bir bakış açısıyla kaderci bir anlayışa kapılır ve hidayetin, kişinin hiçbir etkisi olmadan, tamamen Allah tarafından takdir edildiğini zannederler. Kuşkusuz Allah'a inanan her mü'min Allah'ın iradesinin her türlü iradenin üstünde olduğuna; Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel bulunamayacağına kesin olarak inanır. İnsan da diğer yaratıklar da Allah'a muhtaçtırlar. Yaratıkların, kendilerinden kaynaklanan hiçbir şeyi yoktur. Organları da, fiilleri de, yararlandığı şeylerin hepsi de Allah tarafından yaratılmıştır. Hidayeti de veren O'dur. Ancak, hidayeti dileyen bir kimseye Allah engel olur ve onu sapıklıkta kalmaya zorlar mı? Ya da hidayeti bulmak istemeyeni Allah zorla hidayete sürükler mi? Daha açık bir ifade ile, yüce Allah, kulları arasında ayırım yaparak kimilerini kayırır ve kimilerini cezalandırmak için başka şeylere yönelir mi?

 

Allah'ın dilemesinin önünde hiçbir engel olamayacağına kesin olarak inanan mü'min, durup dururken Allah'ın, kulları arasında bir ayırım yapmadığına; O'nun âdil olduğuna da kesin olarak inanır. "Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir." (41/Fussılet, 46) "Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah, kullara asla zulmetmez." (3/Âl-i İmran, 82)

 

Aslında Allah, hidayeti, bir bakıma yaratılışla iç içe ve her bir canlıya kendisine özgü bir tarzda vermiştir. "O, her şeyi ölçüyle yapıp, yol göstermiştir." (87/A'lâ, 3) Böylece her canlının kendine has yolda ilerlemesiyle, kainatın sistemi bozulmadan devam etmektedir. İnsana gelince, o diğer canlılardan daha farklı bir konumdadır. Çünkü Allah, ona bir değil; iki yol göstermiş ve onu irade hürriyeti içerisinde imtihan etmek istemiştir: "Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?" (90/Beled, 10)

 

Böyle geniş bir serbestliğe sahip olan insan soyunun, doğru yolu çeşitli sebeplerle bulanık görmesi ya da yolunu şaşırması tehlikesine karşı -ki bu, insanlık tarihi boyunca sürekli vuku bulmuştur.- Allah sürekli elçiler göndererek kendi doğru yolunu, yönünü insanlığa göstermiştir. İnsanlar ise elçilerle gelen bu yol pusulasın karşı olan tavırlarına göre; ya doğru yolda, ya da yanlış/eğri yolda hayatlarını tüketmektedirler. Bu durum, yeryüzü sisteminin Allah tarafından alabora edilip ortadan kaldırılacağı ve yerine bu dünyadaki yol tercihinin cevabını oluşturan yeni bir düzen oturtulacağı kıyamet saatine kadar da devam edecektir. Çünkü Allah insanları bu konuda serbest bırakmıştır. Aksi takdirde insanın diğer varlıklarla farkı kalmazdı. "Bize düşen, yalnızca yol göstermektir." (92/Leyl, 2) (6)

 

 
 

Simli Resim
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol