Tıkla Sende Sitene Ekle


   
  HALİS DİN ALLAH'INDIR
  Takva
 

Bismillahirrahmanirrahim
Takvâ kelimesi, “veka” fiilinden gelir. Veka: ‘Korundu, kendini zararlı, acı ve eziyet veren şeylerden sakındı’ demektir. Takvâ, nefsi korktuğu şeyden korumaktır. Kavram olarak, kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, nefsi günahlardan korumak demektir. Bu da, haramı terkle olur: Haramı terk de en azından şüpheli şeyleri bırakmakla tam gerçekleşebilir. Hadis-i şerifte: “Helâl belli, haram da bellidir. Fakat bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Bu nedenle şüphelerden korunan, dini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüphelere düşen harama da düşer; Nasıl, koruluğun kenarında koyun otlatan çobanın koyunlarının her an koruluğa girme ihtimali varsa. Haberiniz olsun ki, her melikin korusu vardır. Allah’ın korusu da haramlardır.”
(Buhârî, İman 39; Müslim, Müsâkat 107) buyurulmuştur. Kur’an, ‘hududullah’tan söz eder ki, işte bu Allah’ın, içinde kalınmasını emrettiği korusunun sınırlarıdır. Mü’minlere sürekli olarak “Allah’ın sınırlarını aşmayın” değil; “Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın” diye emredilir. Yaklaşıldığında sınırların aşılması her zaman mümkündür. İşte, bu şekilde Allah’ın çizdiği sınırları aşma korkusuyla bu sınırlara yaklaşmamak, nefsi bu sahada korumak ve sınıra yaklaştırmamak takvâ’dır.

 

Takvâ, haşyet (ta'zim ve saygıdan ileri gelen korkma) manasındadır. Takvâ alelâde bir korku değildir; Bu, sevginin azalmasından endişe duymak, Allah'ın rızasının gideceğinden kaygılanmak, bunun için sakınmak demektir.

Takvâ, Hz. Ali'ye göre: "Günahlara devam etmeyi ve yaptığı ibâdetlerle avunup aldanmayı bırakmaktır." Yine şu söz de Hz. Ali'ye aittir: "Dünyada insanların efendisi cömertler; ahirette de müttakîlerdir." Hasan el-Basri'ye göre ise: "Allah'tan başkasını Allah'a tercih etmemek ve bütün işlerin Allah'ın kudretinde olduğunu bilmektir." Takvâ, Allah'tan uzaklaştıracak şeylerden uzaklaşmaktır. Sorumluluk şuurudur takvâ. Allah'a karşı duyulan sevgi ve yakınlıktır. Allah'a yaklaşmak için her çeşit haramdan kaçınmak; O'nun rızasını, O'nun sevgisini yitirmekten çekinmektir. Cehennemle insan arasına engel koymaktır. Şeytanla ilahi emirler arasına, arzularla iman arasına, düşmanla dost arasına engel koymaktır. Tabbii, bu engelleri koyabilmek için, öncelikle Allah'la aramızdaki engelleri kaldırmak gerekir.

 

Pıtrak dikeninin çok olduğu bir yerde ayakkabı olmadan yürürken insanın ayaklarına diken batmaması için bütün vücudu dikkat kesilir, vücudunun her parçası göz olur. İşte aynen bunun gibi; elini, dilini, belini, gözünü, gönlünü, kulağını, ayağını haramlara dokundurmadan ömrünü geçirmeye takvâ denir. Takvâ, halk için insanın dışını süslediği gibi; İçini Hak için şirkten, her türlü haramdan, yalandan, kinden, iftiradan, hasetten, gıybetten arındırıp süslemesidir.

 

En kapsamlı ve en kuvvetli koruma, ancak Allah’ın korumasıdır. Diğer koruyanların korumaları mecazi anlamda ve çok sınırlı olduğu gibi; Allah’ın dilemediği hiçbir alanı kapsamaz. İyi korunmak demek olan ittika, ancak Allah’ın vikaye’sine (korumasına) girmekle gerçekleşebilir. O yüzden Takvâ, her türlü zarar verecek şeye karşı bir sığınaktır; bir kale ve kalkandır; bir zırhtır. Kendini emniyete almak, emin ve gerçek mü’min olmaktır. Şirki ve sapıklığı reddetmeden, isyanı ve günahları terketmeden Allah’ın kalesine sığınılmaz. Takvâ, haramları terketmek ve sevaplara yapışmaktır. Ömer b. Hattab (r.a.), Übeyy b. Kâb’a “takvâ nedir?” diye sorduğunda Übeyy: “Dikenli yolda hiç yürümedin mi?” dedi. Hz. Ömer: “Yürüdüm!” deyince, “o zaman ne yaptın?” dedi. “Paçalarımı sıvayıp gayret sarfettim” cevabını aldıktan sonra: “İşte takvâ odur” dedi.

 

Budur işte takvâ... Duygulu vicdan, şuurda berraklık, devamlı haşyet, daimi sakınma, yolun dikenlerinden korunma... Hayât yolunun, şehvetlerin ve çeşitli arzuların dikenlerinin sardığı yol... Korku ve vehim dikenlerinin sardığı yol... Boş ümitlerin bağlandığı dikenli yol. Fayda ve zarar vermekten âciz, dolayısıyla korumak, sığınılmak ve sakınmak liyakati olmayan kimseleri boş korkularının sardığı dikenli yol ve daha yüzlerce korkular... (1)

 

Takvâ; Sakınmaktır, Titremektir

 

Takvâ, sakınmaktır. Sevdiğimiz, şeyin üzerinde nasıl titreriz. Onu korumak, onu kaybetmemek için veya ona zarar gelmesin diye nasıl sakınırsak, insanın en şerefli yeri olan gönül ve içindeki iman da öyle, hatta daha fazla sakınılmalı. İmanı korumak ve onun üzerinde titremektir takvâ. Küçük çocuğu balkondan veya odanın penceresinden dışarı sarkmış olsa, annesi-babası onu gözetip korumak için nasıl davranır ve düşme ihtimaline karşı nasıl tedbir alırsa, şüpheli ve haram olma riski olan tehlikeli davranışlara karşı en az öyle tedbir alıp sakınmaktır takvâ. "Gözü gibi sakınmak" deyimi vardır dilimizde. Haramlara karşı bu titizlik ve hassasiyetle Allah'ın rızasını, gözümüz gibi korumamız gerekmektedir.

 Takvâ; Olumlu Korkudur, Sevgiyi Yıpratma veya Yitirme Endişesidir

 

Allah, Fâtiha'nın başlangıcında da gördüğümüz gibi, kendisinin rahmet sıfatlarını öne çıkarmakta; ağırlıklı olarak O'nun Rablığını, merhametini düşünmemizi istemektedir. O yüzden korkudan çok; sevilmeli, rahmetin ümit kesilmemelidir. İşte, takvâdaki korku, sevgi ağırlıklı bir korkudur. Arapçada alelâde korkuya takvâ denmez, havf denir. Türkçede takvânın ifâde ettiği sevgi ağırlıklı korkuyu karşılayacak kelime yok. İnsanın, korkulmaması gereken nice şeylerden korktuğu, bu korkunun bir eksiklik, hatta oranına ve yönelişine göre hastalık olduğu bir gerçektir. Sözgelimi, fakirlikten, polisten, karakoldan, bazı insanlardan, insanların kınamasından, tağutî kanun ve mahkemelerden, ölümden... korkanlar çoktur. Hatta, adına fobi denilen çağdaş korkular da var. Bunların hiçbiri takvânın içerdiği olumlu korkular değildir. Mesela hastalıktan korkarız ama, korktuğumuz için hastalığa sevgi ve saygı beslemeyiz. Bu tür korku itici bir korkudur. Takvâ ise çekici, olumlu bir korku. Korkuyorsunuz, korktuğunuz için daha çok seviyor, saygı duyuyorsunuz. Daha doğrusu, sevdiğiniz ve saydığınız için korkuyorsunuz. Korkunuz, O'nun sevgisine gölge düşme endişesinden. Korktukça O'na daha yaklaşıyorsunuz. O'na yakınlığınız oranında titremeniz, heyecanınız, huşunuz, korkunuz, yani takvânız artıyor. İşte takvâ, bizi Allah'a yaklaştıran bir ürperti, sevgisini yıpratma korkusudur.

 

 

Kur’an, Arab’a hidâyettir veya aceme hidâyettir denilmiyor; Kur’an’ın hidâyeti her insanın çalışarak kazanabileceği bir vasıf olması sebebiyle bütün insanları kuşatması mümkün olan takvâ sahipliği şartına bağlanıyor. Kur’an’dan yararlanabilmenin ilk şartı muttaki olmaktır. Şüphesiz bu Kitap’ta hidâyetten başka bir şey yoktur. Kur’an, bütün insanlığa hidâyet için nazil olmuştur. Fakat bu hidâyetten istifâdenin ilk şartı, ittikayı tercih etmek, yani korunmayı istemektir. Kişi, ondan faydalanabilmek için sağlam bir gönül ve selim bir akıl ile yaklaşmalıdır. Her şeyden önce Allah’tan korkan, hakkı seven biri olmalı; hakla batılı birbirinden ayırabilmeli ve dosdoğru yaşamalıdır. Dolayısıyla, takvâ sahibi olmalıyız ki, Kur’an bizi doğru yola iletsin ve felaha kavuşalım. Kalbin kilitlerini açan takvâ, o nurun kalbe girerek vazifelerini yapmasını sağlar. Faydalı her şeyi tutup kaldırabilmeğe, karşılayıp hüsnü kabul göstermeye ve hayra çağrıldığında icabet etmeye kalbi hazırlayan takvâdır. Kur’an’da hidâyeti bulmak isteyen kimsenin, ona selim kalple ve samimi niyyetle yönelmesi şarttır. Allah’tan hakkıyla korkan, korunan, dalalete düşmekten, bir sapıklık tarafından avlanmaktan çekinen bir kalbe Kur’an sırlarını ve nurlarını açar.

 

Bakara sûresinin ilk âyetleri, müttakîlere hidâyet olan kitabı belirttikten sonra, müttakîlerin sıfatlarını açıklamaya başlıyor: “Onlar ki gayba inanırlar. Namazı dosdoğru kılarlar. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de infak ederler. Onlar, sana indirilene de, senden evvel indirilmiş olanlara da inanırlar. Ahirete de yakînen kaanîdirler.” (2/Bakara, 3-4) Takvâ sahibinin özellikleri: İlk vasıf iman; Sonra bu sahih akideye dayalı ve onu perçinleyen namaz ve infak başta olmak üzere salih ameller.

 

 Kur’an’da Takvânın Tanımları

 

“Elif Lâm Mim. Bu, kendisinde şüphe olmayan, müttakîler için bir hidâyet kaynağı ve kılavuz olan bir kitaptır. O müttakîler ki, gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan infak ederler. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilen kitap ve peygamberlere ve ahiret gününe iman ederler. Onlar Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve felaha, kurtuluşa erenler ancak onlardır.”

 

“Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz gerçek iyilik (birr, takvâ ve itaat) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı yakınlara, yetimlere, yoksullara, yol oğluna (yolda kalmışa), isteyip dilenenlere ve boyunduruk altında bulunan köle ve esirlere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir. Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş zamanla-rında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Muttakiler ancak onlardır.”

 

“De ki, size bunlardan daha hayırlısını bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah’ın rızası, hoşnutluğu vardır. Allah kullarını hakkıyla görendir. Ki onlar, ‘Ey Rabbimiz! İman ettik, artık bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru’ derler. Sabrederler, doğru dürüst olurlar, huzurda boyun bükerlerler, infak ederler (hayırda harcarlar) ve seher vaktinde Allah’tan bağışlanma dilerler.”

 

"Rabbinizin mağfretine (bağışına) ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olan, genişliği gökler ve yer kadar olan cennete kavuşmak için yarışın, koşun. O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da Allah için infak edip harcarlar; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allah da muhsinleri, güzel davranışta bulunanları, iyilik yapanları sever. Yine onlar, bir kötülük yaptıklarında, ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı tevbe istiğfar eder, bağışlanma isterler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki? Yine onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler. İşte bunların mükâfatı, Rablerinin mağfireti ve içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükâfatı ne güzeldir!” (21/Enbiyâ, 48-49)

 

“Andolsun Biz, Musa ve Harun’a, takvâ sahipleri için bir aydınlık ve bir zikir (öğüt) olarak, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Furkan’ı verdik. (O takvâ sahipleri ki) onlar, Rablerine karşı O’nu görmedikleri halde bir haşyet içinde O’na saygı gösterirler. Onlar, kıyametten içleri titreyip korkan kimselerdir.”

 

“Doğruyu getiren ve tasdik edip doğrulayanlar, işte onlar müttakîlerdir.”

 

“Şüphesiz müttakî olanlar, Rablerinin kendilerine verdiğini alarak cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. Çünkü onlar, bundan önce dünyada ihsanda bulunup güzel davrananlardı. Gece boyunca da pek az uyurlardı (Kalan saatlerinde de namaz kılar ve ibâdet ederlerdi). Onlar seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi. Onların mallarında dilenip isteyen ve (iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için bir hak olduğunu kabul ederlerdi.”

 

Şirkten sakınıp iman üzere olmaktır takvâ. (48/Fetih, 26)

 

İsyandan sakınıp itaat üzere olmaktır takvâ. (5/Mâide, 65; 7/A'râf, 96)

 

Her eylemde Allah'ın rızasını aramak için Allah'a lâyık bir kul olmaya çalışmaktır takvâ. (3/Âl-i İmran, 102)

 

Takvâ iman demektir. (48/Fetih, 26; 49/Hucurât, 3; 26/Şuarâ, 11)

 

Takvâ tevbe demektir. (7/A'râf, 96)

 

Takvâ tâat anlamına gelir. (16/Nahl, 2, 52; 23/Mü'minûn, 52)

 

Takvâ günahları terketmek anlamında da kullanılır. (2/Bakara, 189)

 

Takvâ ihlas manasında kullanılır. (22/Hacc, 32; 2/Bakara, 41)

 

Kur’an’daki takvâ ile ilgili âyetlerden anlaşılmaktadır ki, Kur’anî tanımla takvâ, iman etmek ve Kitaba tâbî olmaktır. Takvâ, tevhid ve teslimiyettir. Kur’anî inanç ve sâlih ameldir.

 

 İttika’nın Mertebeleri

 

İttika’nın üç mertebesi vardır. Birinci mertebesi: İnsanın küfürden nefsini korumasıdır. Her mü’min bu anlamda müttakîdir. (Takvânın bu mertebesi için bkz. 48/Fetih, 26) İkinci mertebe-si; haramlardan kaçınmak, küçük günahları tekrar tekrar işlemekten uzak durmak ve farzları eda etmektir. Bu mertebe, ittikanın ortasıdır. Yasaklardan kaçınıp, emredilene yapışarak mü’minlerin cehennem azabından korunmalarını içeren bu takvâ, 2/Bakara sûresinin ilk âyetlerinde vasıfları belirtilen ittikadır. (Bkz. 7/A’râf, 96) Üçüncü mertebesi ise; Mü’minin, bütün benliği ile Allah’a dönmesi, kalbinden mâsivâyı (Allah’ın dışında herşeyi) çıkarması ve her an ibâdet bilinci ile yaşayıp tefekkürle meşgul olmasıdır (Bkz. 3/Âl-i İmran, 102; 64/Teğâbün, 16). İnsanın iman edip şirkten korunması mahiyetinde olan ilk mertebe, kişinin kendi nefsi ve vicdanı arasında olan bir takvâdır. İkincisi, insanın kendisi ile diğer insanlar arasındaki hususlarla ilgili olan takvâdır. Üçüncüsü ise, insanın kendisi ile Allah arasındaki takvâsı ve imanıdır. Âyette takvânın bu üçüncü mertebesi ihsan olarak zikredilmiştir. “İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi hareket etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, şüphesiz O seni görmektedir.” (Buhârî, İman 37; Müslim, İman 57).

 

Takvâ, bir elbise; isyankâr anlamındaki fücur, fâcirlik de örtüyü yırtmak demektir. Dolayısıyla takvâyı bırakıp günahlara meyletmek, elbiseyi atıp, giysileri, çamaşırları yırtmak ve çıplaklıktır. Utanılacak bir durumdur, edepsizliktir, takvâdan sıyrılıp çıplak kalmak. Nasıl bir anlık vesvese sonucu Allah'ın emrini unutup, O'nun yasağını işleyen Hz. Adem ve Hz. Havva'nın elbiseleri sıyrılıvermişti. "(Allah buyurdu ki:) 'Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yiyin. Ancak, şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz.' Derken şeytan, birbirine kapalı ayıpyerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: 'Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı' dedi. Ve onlra: 'Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim' diye yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: 'Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi?' diye nidâ etti.(...) Ey Adem oğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ elbisesi; işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah'ın âyetlerin-dendir. Belki düşünüp öğüt alırlar. Ey Adem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın." (7/A'râf, 19-22, 26-27) Takvâ elbisesi, bazı âlimler tarafından hayâ, salih amel, yüzdeki hoş çehre, harpte giyilen zırh ve miğfer, Allah korkusu ve haramlardan çekiner Allah'tan sakınma, takvâyı hatırlatan ve takvânın gereği olan elbise şekillerinde yorumlanmıştır.

 

Ele, dile, bele, göze, gönüle sahip olup, onları haramlardan korumak takvâ iken; hayâ perdesini yırtmak da, takvânın zıddı olan fücur demek oluyor.

 

Fücur: Örtüyü yırtmak anlamına gelir. Takvâ, fücurun zıddı olarak, bir örtü, bir elbisedir: “Ve, takvâ elbisesi, işte o hayırlıdır.” (7/A’râf, 26) Allah, insana hem facir, hem de müttakî olma yolunu göstermiş ve onu bu iki yol arasında serbest bırakmıştır. Takvâ elbisesini giyen, kendini bu elbiseye zarar verecek her şeyden korur; insanın dışından giydiği elbise gibi bu elbise aynı zamanda süs, aynı zamanda her türlü etkiden koruyucudur. Bu elbise yalnızca dış elbisesi olmakla kalmaz; içe giyilen parçaları da vardır. İslâm bu elbiseye talip olmakla başlar. Takvâ öncelikle “korunma” anlamına geldiğinden, korunmaya zarar verecek şeylerden korkmak ve çekinmek de bu kavramın içine girmiştir. İşte, kişi önce kendisinin istikbali, yaptıkları ve azap konusunda bir korku duyar. Bu korku onu bir yerlere sığınmaya zorlar; bu takvânın ilk mertebesidir. Sığınılan yer salt bir dört duvar arası değildir. Tehlikenin gelebilmesi için çatı, pencere, kapı açıklıkları ve daha başka yarıklar da bulunabilir. Bütün buraları da örtmeye çalışmak, elbiseyi daha bir kalınlaştırıp vücudun her yanına sarmak takvânın ikinci mertebesidir.

 

Bütün bunlardan sonra, sığınılan binânın veya giyilen elbisenin herhangi bir yanından en ufak bir delik bile açılmaması için çalışmak da takvânın son mertebesidir. (Çünkü, açılan delik her zaman büyüme istidadındadır.) Şu halde, takvâ bir sığınağa sığınmak, her türlü tehlikelerden korunmak için bir elbise giymek anlamına geldiği gibi, bu sığınak veya elbiseyi korumak, onun üzerinde titremek ve dıştan gelebilecek her türlü tehlikeler karşısında uyanık bulunmak anlamına da gelir. Takvânın bu üç derecesi Kur’an’da açıklanmıştır:

 

“İttika edip iman ettikleri ve salih ameller işledikleri, sonra ittika edip iman ettikleri, sonra ittika edip...” (26/Şuarâ, 106, 124, 142, 161, 177).

Oruç, kısas, Allah’ın âyetleri ve vaid vs. takvâ merdiveninin basamaklarıdır. Takvâyı korumak, bu sığınak veya elbiseye hiçbir zarar vermemek için ateşten, ahiret gününün şiddetinden, Allah’tan, azabından korku ve çekinme içinde olmak da takvânın anlamı içindedir; bu duruma ittika denilir (2/Bakara, 183, 24, 179, 123, 194, 196, 203, 223; 20/Tâhâ, 113...).

 

Her insan, belli bir derecede Allah’ın koruması altındadır. Bu, Allah’ın Rahman ve Rabb oluşunun sonucudur. Yalnız, unutulmamalıdır ki, Allah, adil bir Rabb olarak azabından korunmaya çalışmayanları azabından uzak tutacak değildir. İşte, azaptan korunma, Allah’ın cezalandırmasından titreme kulun görevidir. Bunun için de ne gerekiyorsa yapmak, Allah’ın emir ve yasaklarından oluşan sınırlarını aşmak şöyle dursun, onlara yaklaşmamak ve bu konuda elden geldiğince dikkatli olmak gerekir. İşte, müslüman olarak ölebilmek buna bağlıdır. Bu da Allah’tan ittika etmek nasıl gerekiyorsa öyle ittika etmektir (3/Âl-i İmran, 102). Bu da kuşkusuz istidat, kabiliyet ölçüsündedir; mükellefiyetin sınırları dahilindedir. Kur’an bunu “Allah’tan istidadınız ölçüsünde ittika edin” diye açıklar (64/Teğâbün, 16).

Özet olarak, insanın kendisini Allah’ın korumasına bırakması, bu nedenle de ahirette zarar verecek günahlardan çekinip sevaplara koşması takvâdır. Bu birkaç derecedir. İlk derecesinde Kelimetü’t-Takvâ olan tevhid’e sarılma ve şirkten uzaklaşma; ikinci derecede ise kalbini Allah’tan sakınarak farzları yerine getirme, üçüncü derecede ise, kalbini Allah’tan başka her şeyden uzak tutma, bütün varlığıyla Allah’a yönelmedir. Âyette belirtilen Allah’tan ittika’nın gerektirdiği takvâ budur.

 

Allah’tan hakkıyla ittika edebilmek ve müslüman ölebilmek için öncelikle Allah’ın ipi’ne toptan yapışarak tevhid üzerinde birleşmek ve her türlü tefrika ve ihtilaftan kaçınmak gerekir. Bütün mü’minler, tek bir kelime üzerinde aynı davranış biçimine girmedikçe, tevhid-i ameli’ye ulaşamadıkça, takvâya ulaşmak da güçleşir. Bu yüzden Kur’an: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na karşı takvâ’nın gerektirdiği şekilde ittika edin ve ancak müslümanlar olarak can verin. Toptan Allah’ın ipine sarılın; ayrılığa düşmeyin.” (3/Âl-i İmran, 102-103) diye emretmektedir. (2)

Takvâ kelimesi, "sakınmak" biçiminde çevrilir Türkçeye. Takvânın ne olduğunu bilmek, ancak yaşamakla mümkün. Ama takvânın salt korku demeye gelmediği rahatlıkla söyleNebîlir. Bu kavramın içerdiği anlamlar içinde, tabii korku da var. Ancak bu korku; ateşten, cehennemden, azabdan, kahrdan korkmak değil. Bu tür korkuya "havf" derler ki, onda sevgi aranmaz.

 

Ya nedir? Takvâdaki korku, kulun Rabbıyla arasındaki sevgiyi yıpratma korkusudur. O yakacak diye değil; o sevmeyecek diye korkmaktır. Yanmanın en büyüğü O'nun sevmemesidir. İşte takvâ, kişinin Allah'la arasında oluşturduğu sevgiyi yıpratmamak için tetikte durması, o

sevgiyi gözbebeği gibi korumasıdır. Bu durumda vedûd olan Allah'ın değil yasaklarını; O'nun hoşlanmama ihtimali olan şeyleri bile terkeder. Değil O'nun emirlerini; O'nu hoşnut edeceğini sandığı tüm eylemlere sarılır. Bütün bunları yaparken de başka hesaplar yapmaz. Yalnızca sevgiyi korumayı, onu yıpratmamayı amaçlar. Takvâda, titreyişin illeti ödül ya da ceza değil; sevgidir.

 

Takvâ sevginin zirvesidir. Sevgi, umut, korku... Bu üçlünün insan ruhunda meydana getirdiği hâlettir. Sevgi, umut, korku, üçü birlikte yalnızca Allah için duyulur. Bunların üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis etmek tahsis edilen o şeyi “ilah” edinmektir. İnsan birini yalnız sevebilir, bu akidevî bir mesele teşkil etmez. Ya da birine umut besleyebilir, veyahut birinden korkabilir. Ancak bu üçünü birden Allah’tan başkasına tahsis edemez. Bunu yapmak O’na eşler (endâd) bulmak demeye gelir. Fakat bunları tümüyle Allah’a tahsis etmek kişiyi övgüye en lâyık makama ulaştırarak “müttakî” yapar. Bu üç ayrı ruh hali insandaki üç farklı bilincin dinamiğidir; ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyet bilincinin...

 

Değil bunların üçünü birden Allah’tan gayrıya tahsis etmek, mü’minin bir başkasını Allah’ı sever gibi sevmesine bile Allah’ın rızası olmamaktadır. Böyle bir durumu “kendisine ortak koşmak” olarak adlandırmaktadır. Cenab-ı Hak, “İnsanlardan kimi Allah’tan başkalarını O’na eşler koşar. Allah’ı sever gibi severler onları. İnananlar ise en çok Allah’ı severler.” (2/Bakara, 165) Bu sevgiye ilişkin hüküm. Bir de korkuya ilişkin olanı var:

 

“Kendilerine savaş farz kılınınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar: ‘Rabbimiz niçin bize savaşı farz kıldın? Bize biraz daha süre tanısaydın olmaz mıydı?’ dediler. De ki: ‘Dünya geçimi azdır; takvâ sahibi için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilmez.”

 

Kur’an’da Takvânın Yeri ve Önemi

Takvâ, sadece Muhammed ümmetine değil; bütün ümmetlere ve toplumlara emredilmiş bir vasiyettir: “Andolsun, biz sizden önce kitap verilenlere ve sizlere: ‘Allah’tan ittika edin (korkup sakının)’ diye vasiyet ettik (emrettik).” (4/Nisâ, 131) “Nuh kavmi de gönderilen peygamberleri yalanlamıştı. Hani onlara kardeşleri Nuh: ‘ittika etmez misiniz (korkup sakınmaz mısınız)?’ demişti.” (26/Şuarâ, 105-106). Musa, Hud, Lut, İlyas (a.s.) da kavimlerine aynı soruyu sorup, aynı vasiyeti iletmişti (Bkz. sırasıyla 26/Şuarâ, 10-11; 123-124; 160-161; 37/Saffât, 123-124). Tüm bu âyetlerden öğrenmekteyiz ki, takvâ genel bir hedeftir. Bunun için peygamberler gönderilmiştir. Bütün şeriatlar, emirler, vasiyetler bunun içindir. Şâyet takvâ, bir insanın kalbine yerleşirse, artık bundan böyle kendisini gözetleyecek, rapor tutacak, hesaba çekecek bir polise ihtiyacı yoktur. Çünkü onun takvâsı, kendisini her türlü şerden alıkor, her türlü hayra da yöneltir. Bakıyoruz ve görüyoruz ki, tüm peygamberlerin emirleri, bunun üzerine binâ edilmiş ve onlara itaata bağlı kılınmıştır. O halde itaatsız olarak takvâ öğrenilemez, uygulanamaz. Nerede takvâdan söz ediliyorsa, orada mutlaka itaat vardır: İşte Nuh (a.s.) diyor ki: “Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve bana itaat edin.” (26/Şuarâ, 108) İşte Hud (a.s.) diyor ki: “O halde Allah’tan ittika edin (korkup sakının) ve bana itaat edin.” (26/Şuarâ, 126). İşte Salih (a.s.) (aynı ifâde: Bkz. 26/Şuarâ, 144); İşte Hz. Şuayb (26/Şuarâ, 179); İşte Hz. İsa (3/Âl-i İmran, 50); İşte Hz. Muhammed (s.a.s.): “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl ittika etmek (korkup sakınmak) gerekiyorsa, öylece ittika edin (korkup sakının) ve ancak müslümanlar olarak ölünüz.” (3/Âl-i İmran, 103).

 

İlahî emirler, takvâyı gerçekleştirmek ve insan kalbine çıkmayacak şekilde kökleştirmek için farz kılınmıştır: “Ey iman edenler, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de oruç farz kılındı. Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz.” (2/Bakara, 183). “Ey temiz akıl sahipleri, kısasta sizin için hayât vardır. Umulur ki, takvâ sahibi olursunuz (korunup sakınırsınız).” (2/Bakara, 179). “İşte Allah, insanlara âyetlerini böylece açıklar. Umulur ki, takvâ sahibi olurlar.” (2/Bakara, 187).

 

Takvâ, büyük ve şerefli bir makamdır. Allah, kendisine yakınlığın ve uzaklığın ölçüsü olarak takvâyı göstermektedir: “Gerçekten, sizin en üstün olanınız, Allah katında, en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (49/Hucurât, 13). Kur’an’da, dünyada kazanılacak olan en iyi azığın takvâ olduğu bildirilmektedir: “Azık edinin; Kuşkusuz azığın en hayırlısı takvâdır.” (2/Bakara, 197). Dünyada insan için en güzel bir elbise görevi yapan şey takvâdır: “Ey Ademoğulları, biz size çirkin yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise indirdik. Takvâ elbisesi ise daha hayırlıdır.” (7/A’râf, 26).

 

Allah, kendisine veli-dost olarak takvâ sahiplerini seçmiştir: “O’nun asıl velileri, evliyası sadece muttakilerdir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.” (8/Enfâl, 34) “Haberiniz olsun, Allah’ın evliyası (velileri-dostları), onlar için korku yoktur; onlar mahzun da olacak değillerdir. Onlar iman edenler ve ittika edenler (Allah’tan korkup sakınanlar)dır.” (10/Yûnus, 63-64)

 

Allah, sadece muttakilerin amellerini kabul edeceğini bildiriyor: “Allah, ancak müttakîlerden (korkup sakınanlardan) kabul eder.” (5/Mâide, 27)

 

Kur’an, sadece takvâ sahibi olanların, onun hidâyetiyle doğru yolu bulacaklarını, onun gösterdiği yoldan gideceklerini bildiriyor: “O (Kur’an) takvâ sahipleri için kesin bir öğüttür.” (69/Haakka, 48) “Bu (Kur’an), bütün insanlara bir beyan (açıklama)dır. Takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve öğüttür.” (3/Âl-i İmran, 138).

 

Şâyet kişi takvâ sahibi olursa, Allah, onu şeytanın hile ve tuzaklarından korur: “Takvâya erenlere şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.” (7/A’râf, 201).

 

Takvâ üzerine kurulmamış her şey, sahibini sadece cehenneme sürükler: “Binâsını takvâ (Allah korkusu) ve Allah rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.” (9/Tevbe, 109).

 

İnsanlar, Hz. Adem ve Havva’dan çoğalmaları veya her biri bir anne ve babadan doğmaları itibariyle yaratılışta eşittirler. Bu açıdan soy ve soplarıyla övünmeleri yersiz ve yanlıştır. Çünkü gerçek ve yegâne üstünlük takvâ üstünlüğüdür: “Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, takvâ bakımından en üstün olanınız (Allah’tan en çok korkup sakınanınız)dır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberi olandır.” (49/Hucurât, 13).

 

Takvâ, Yüce Allah’ın mü’min kulları için işaret buyurduğu bir toplanma ve yardımlaşma noktasıdır: “İyilik ve takvâda yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” (5/Mâide, 2)

 

 

Peygamberimiz (s.a.s.) duâlarında Yüce Allah’tan çeşitli nimetleri talep ederken, takvâyı da istemiştir. Bu şekilde duâ etmesiyle, takvânın bizim için büyük önemini vurgulamıştır. Bir hadiste Rasûlüllah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Arabın Arap olmayana hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.” (Ahmed b. Hanbel, V, 411) “İnsanın cennete girmesine en çok sebep olan şey, onun Allah’a karşı duyduğu takvâsıdır.” (Ahmed b. Hanbel, II, 392 , 442)

 

“Allah’a karşı takvâ sahibi olmanızı tavsiye ederim.”Veya "ûsıyküm bi-takvâllahi ve tâatih (Takvâyı, Allah korkusunu tavsiye ederim.)" Ve eklenir: "Allah, kesinlikle takvâ sahipleriyle ve muhsinlerle beraberdir." (16/Nahl, 128). Muhsin olmak da, muttaki olmanın değişik bir yansımasıdır. Muhsin, ihsan sahibi demek. İhsan: Güzel davranmak, iyilik ve infak etmek, davranışımızı ve konuşmamızı güzelleştirmek demek. İhsan: Allah'ı görür gibi ibâdet etmek demek; ki, bunlar da takvâ özelliğidir.

 

Toplumdaki müslümanların tümü takvâ sahibi olurlarsa ancak o zaman İslâm bütünüyle ayakta durabilir. Şâyet müslüman bireylerde takvâ zedelenirse, İslâm'a da zarar gelir. Her ferdin takvâsı, sorumluluğu nisbetindedir. Sapık bir inanç ve bayağı yaşayıştan, yani zifiri karanlık bir cahiliyyeden çıkan insanların, dünyanın bir benzerine şahit olmadığı mutluluk çağını oluşturmaları, toplumun takvâ temeline oturmasından kaynaklanmaktaydı. Takvâ sayesinde toplum canlandı, dirildi; dün çocuğunu diri diri toprağa gömen insan, karıncayı ezmemeye özen gösterecek merhamet anıtına dönüştü.

 

Takvâyı Elde Etme Yolları

 

Takvâ, kalpteki bir melekedir. Bu meleke kalpte yer ettiği zaman, bundan da vücudun (cesedin) izleyeceği yol ortaya çıkar. Bu, Allah'ın koyduğu programa göre devam eder. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmuştur: "Gerçekten cesette bir et parçası vardır. Bu et parçası sağlıklı olduğu zaman, tüm vücut sağlam olur. Bu bozulunca tüm ceset de bozulur. Dikkat edin, bu et parçası kalptir." (Buhârî ve Müslim) Anlaşılıyor ki, insanın tümüyle düzelmesi, kalpteki takvâ ile ilgilidir. Bu takvâ gerçekleşince, gerekli olan şeyler ortaya çıkmaya başlar.

 

Takvâyı elde etmenin birinci yolu Allah'ın Kitabını düşünerek, anlamaya ve uygulamaya çalışarak okumak, okumak, okumaktır: "Biz onu böylece Arapça bir Kur'an olarak indirdik ve onda korkulacak şeyleri, ikazları türlü şekillerde açıkladık. Umulur ki onlar (bu sayede) ittika ederler (korkup sakınırlar) ya da Kur'an onlar için öğüt olarak düşünme (yeteneğini) oluşturur." (20/Tâhâ, 113) Kur'an, kalplerde takvâya engel olan problemleri giderir; gönüllere şifadır: "Ey insanlar, Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerdekine bir şifa ve mü'minler için bir hidâyet ve rahmet gelmiştir." (10/Yûnus, 57) "Onlar Kur'an'ı gereği gibi düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" (47/Muhammed, 24).

 

Takvâyı elde etmenin ilk yolu imanla beraber Kur'an'a sarılmaktır. Çünkü Kur'an, iman etmiş bir kimseye sırlarını açar, hazinelerini saçar. Sahâbe de öyle diyordu: "Bize Kur'an'dan önce iman verilirdi." İmanın aslı bulunduğu halde, kalpte yine hastalıktan biraz eser bulunur. Özellikle bizim gibi her tarafa manevi mikroplar saçan cahiliyye toplumundaki bulaşıcı hastalıklardan kalbin etkilenmemesi mümkün değildir. İman ettiği halde az da olsa hastalıktan kurtulamayan kalbin şifası, Allah'ın Kitabı Kur'an'da mevcuttur. Kalbinde iman bulunmayan ve hidâyeti aramayan insanın O Kitap'tan yararlanması ise mümkün değildir. Kâmil bir imana, takvâ ile dolu selim bir kalbe ulaşmanın yolu Kur'an'dan geçer.

 

Takvâyı kazanmanın ikinci yolu hidâyete bağlı olan Allah'ın ihsanı (bağışı)dır. Hidâyet olmadan takvâ olmaz: "Hidâyeti bulmuş olanlara gelince, (Allah), onların hidâyetlerini arttırmış

ve onlara takvâlarını vermiştir." (29/Ankebut, 69) Hidâyet için, Allah'ın Kitabına sarılmak ve mücahede gerekir. Mücahede, Kitap ve Sünnet'e bağlı kalmak ve bağı kuvvetlendirmek için gayret demektir. Bu gayret, diri ve uyanık olmakla sağlanır. Bunun için de zikir ve fikir şarttır. Zikir ile fikrin birleştiği en büyük amel, Kur'an'ı tedebbür ve tefekkürle okumaktır. Çünkü Kur'an bizzat zikirdir (36/Yâsin, 69). Bu konuda en etkili Kur'an tilaveti ise, gecelerin ihyası için kılınan teheccüd namazlarındaki okunan Kur'an'dır. "Doğrusu gece neşesi (gece ibâdeti), (insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımıdan daha kuvvetli, Kur'an okumaya daha elverişlidir." (73/Müzzemmil, 6).

 

Kalp; küfürden, şikaktan, münafıklık hallerinden, kirlerinden arınmadıkça sağlığını (selim vasfını) kazanamaz. Rasûlullah şöyle buyurur: "Kul, bir hata işlediğinde kalbinde bir siyah nokta oluşur. Şâyet o kimse, nefsini o günahtan çekip çıkartır, tevbe eder ve Allah'tan mağfiret dilerse kalbi cilalanıp temizlenir. Şâyet tekrar o hataya (günaha) dönerse, o leke büyür; öyle ki, tüm kalbini istila eder. İşte bu "rân"dır. Allah, bununla neyin kasdolduğunu Mutaffifin sûresinde zikretmiştir. "Kella bel râne alâ kulûbihim mâ kânû yeksibûn" "Hayır (onların sandıkları gibi değil), onların kazandıkları günahlar, kalplerini paslandırıp karartmıştır." âyetinde buyurduğu "rân"dır. (Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesai, İbn Mâce -83/Mutaffifin, 14-)

 

Nefis, rahatlığa alışkındır, tembelliği sever, şehvete, lezzete ve dünyevi şeylerden istifâde düşkündür. Bütün bunlar, zahmet ve çile isteyen takvâ gereçleri ile çelişirler. "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle sarılmış, cehennem de şehvetlerle kuşatılmıştır." (Buhârî, Müslim). Bu hususta takvâya meyil için üstün gelmek için gayret gerekir. İnsanın, heva ve heveslerini yenmesi için sıkıntılarla karşılaşsa da sabır ve sebat göstermesi lazımdır. "Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de hevâdan (kötü istek ve tutkulardan) sakındırırsa, artık hiç şüphesiz cennet onun için bir barınma yeridir." (79/Nâziât, 40-41). "Sizden herhangi biriniz hevâsını benim getirdiğime tâbi kılmadıkça iman etmiş sayılmaz." (İmam Nevevî, Kırk Hadis). Nefsin sürekli olarak kullukla ilgili görevlerle, hayırla uğraşması gerekir. Çünkü nefsi kirlerden, paslardan temizleyecek olan şey bunlardır. Şâyet nefis, hayırla meşgul olup uğraşmazsa, bu takdirde insanı şer ve kötülüklerle meşgul eder. Hayât, boşluk kabul etmez. Çünkü kişi devamlı ibâdet halindedir: Ya Allah'a, ya da Allah'ın dışındakilere. Tek önderimiz olan Peygamberimiz, kişinin nefsini meşgul etmesi gereken durumu tarif etmişlerdir. Hadis-i Kudside şöyle buyrulur:

 

"Allah Teâlâ şöyle buyurdu: 'Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilân ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibâdetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdimmi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı (aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep ettimi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüde düşmedim: O ölümü sevmez; ben de onun sevmediği şeyi sevmem."

 

Takvâya ulaşmak için, başta haramları terketmek ve farzları îfâ etmek gerekir. Namaz, zekât, cihad, faize bulaşmamak... Sonra, nâfilelere devam etmek gerekir. Namazların sünnetleri başta olmak üzere nafile namazlar, özellikle teheccüd namazı, zikir, tefekkür, sünnetlere sarılmak gibi şeylerle takvâ sağlanabilir. Nafilelere önem verirken dikkat edilmesi gereken önemli bir durum vardır. O da; bazı insanlar, nafileyi farzların önüne geçiriyor, farz derecesinde mecbur tuttukları nafileleri yapacağım diye nice farzları ihmal ediyorlar. Bu, şeytanın sağdan yaklaşarak, mühimmi ehemme tercih ettirmesiyle ilgili bir tuzaktır. Bu tuzağa düşmemek için edille-i şer'iyye sıralamasını unutmadan; imandan sonra öncelikle yapılması gerekenin haramları terk ve farzları eda olduğunu unutmamak gerekir. Bununla birlikte, yaptıklarımızla yetinmeyip, iki günümüzü eşit geçirmeyen bir çaba ile takvânın zirvelerine tırmanmak için, sünnet ve nafilelerden yapabildiklerimizin sayısını artırmaya çalışmak; sırat-ı müstakim budur. Emr-i bilma'ruf nehy-i ani'l münker, bildiğimiz hakkı yaşayıp, bilmediklerimizi öğrenmeye çalışmak, namazı huşu ile ve imkân nisbetinde cemaatle ikame etmek, sabır, zikir, istiğfar ve tefekkür takvânın sağlamlaşması için önemli hususlardır.

 

Kur'an, kurtuluşu nefis tezkiyesine bağlı kılmaktadır: "Nefse ve ona bir düzen içinde biçim verene, sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve takvâsını (ondan sakınmayı) ilham edene andolsun. Nefsini tezkiye eden (kötülüklerden arındırıp temizleyen) kurtuluşa ermiş; onu kötülüklere gömen (günahla örtüp saran) de yıkıma uğramış, ziyan etmiştir." (91/Şems,7-10).

 

"Muhakkak mü'minler felah bulmuş, kurtuluşa ermişlerdir. Ki onlar, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekatı verirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riâyet ederler. Onlar ki namazlarına devam ederler. İşte vâris olacak olanlar bunlardır. Onlar Firdevs cennetine vâris olacaklardır, orada ebedî olarak kalıcılardır."

Nefsin tezkiye olup arınmasının ölçüsü, bu sayılan niteliklerdir. Ne zaman bu nitelikler nefis için huy ve tabiat halini alırsa, hiçbir zorlama ve sıkıntı olmaksızın bunları işlerse, riya, kendini beğenme ve gururdan uzak olarak bunları işlerse, işte o zaman bu nefis tezkiye olmuş, arınıp temizlenmiştir. İnsan da yaptığı mücahedesinde başarıya ulaşmıştır. T

 
 

Simli Resim
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol