Tıkla Sende Sitene Ekle


   
  HALİS DİN ALLAH'INDIR
  Sırât-ı Müstakîm
 

Bismillahirrahmanirrahim

"Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!" (1/Fâtiha, 6-7) 

        Sırât-ı Müstakîm; Anlamı ve Mâhiyeti

Kur'an-ı Kerim'de onlarca âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırat'la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur'an'ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırat'tır. Sırat, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. "Essırât": "Allah'ın yolu" demektir. Müstakim ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırat-ı müstakim: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırat-ı müstakim (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.

 

 

        İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm

 

İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münâsebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.

Evet ama, doğruluk nedir? Herkes doğruluktan yana ise, niçin “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demişiz? Demişiz, çünkü, müslüman millet olarak bir zamanlar, doğru söylemekle doğruyu yapmak arasındaki farkın idrâkinde imişiz. Bu sebepten de; “sadece ben doğru söylerim!” iddiasıyla “selâmün aleyküm kör kadı!” diyen kimse gibi, sözü doğru olsa da davranışı kaba ve çirkin olan münâsebetsiz doğruculardan hoşlanmamışız.

 

İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet”i; Arapçadaki kökü “kavm” veya “kıyâm” ve aynı kökten türemiş olan “kaaim” ile birlikte mütâlaa etmeliyiz. “Kavm”, “kıyâm”: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kaaim”: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet” ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek manalarına gelir.

 

İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği manaları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:

 

1- Dilimizde kısaca “doğruluk” diye bilinen “istikamet” kelimesinin lügat manalarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?

 

2- “İstikamet” kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak manaları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.

 

3- “İstikamet”e esas olan manalardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?

 

4- “İstikamet”in en güçlü manası; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.

 

5- Sözlüklerde “istikamet” tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak” manasının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır” fehvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.

 

6- Türkçede “istikamet”; doğrultu, yön manasına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “istikamet karşı tepeler!” veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “...Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin...” (41/Fussılet, 6) buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.

 

İslâm’da istikametten gaye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gayesi; gönül kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!...” (11/Hûd, 112) ilâhî hitabına muhâtab olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuşlar. Zira, emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifadesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah'a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen, ilâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine ait kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.

Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gayesi tevhid, amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak” manasından hareketle “müstakîm”e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol” manasını vermek mümkün olur.

Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir” (24/Nûr, 46) buyurulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:

 

Birincisi; bizleri, nefsimiz dahil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak suretiyle şükretmektir (1/Fâtiha, 1-4).

 

İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikleten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (1/Fâtiha, 5) diyecek seviyede bir teslimiyettir.

 

Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme; nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!” (1/Fâtiha, 6-7) niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.

 

Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar: “Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (46/Ahkaf, 13). Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak tarif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: : "Allah'a ve Rasül'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır." (4/Nisâ, 69) (1)

 

 

 

 

        Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm

 

Kur'an-ı Kerim'de 32 âyette geçen Sırat-ı müstakim'in Kur'an'daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sıratu's seviyy: Düz yol (20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43) b- Sevâu's-sırat: Yolun doğrusu (38/Sâd, 22) c- Sebîlu'r- Reşad: Murada erdiren yol (7/A'râf, 146; 40/Mü'min, 38, 39).

 

Sırat-ı Müstakîm'in Kur'ân-ı Kerim'deki zıddı (karşıtı): Sırat-ı cahıym: Cehennem yolu'dur. (37/Saffat, 23; 4/Nisâ, 168-169) Kur'an-ı Kerim'de ayrıca ve açıkça bir sırat-ı Cennet'ten söz edilmediğine göre, sırat-ı müstakim "Cennet yolu" anlamını da taşıyor demektir.

 

Sırât-ı Müstakîm’in Kur'an-ı Kerim'deki tanımlarını görelim:

 

a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: "Bizi doğru yola hidayet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna..." (1/Fâtiha, 5-6) Kendilerine Allah'ın nimet verdikleri ise bir başka ayette mealen şöyle açıklanmaktadır: "Allah'a ve Rasül'e itaat edenler; Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır." (4/Nisâ, 69)

 

b- Allah'ın yolu (sıratullah): "...Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın yoluna." (42/Şûrâ, 52-53)

 

c-İslâm dini: "Sen onları doğru bir yola (İslam'a) çağırıyorsun. Ama ahirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslam)dan sapıyorlar." (23/Mü'minûn, 73-74)

 

d- Allah'a kulluk: "Ey Ademoğulları, ben size Şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yol (sırat-ı müstakim)dur diye bildirmedim mi?" (36/Yâsin, 60-61)

 

e- Sünnetullah: "Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbının sırat-ı müstakimi, dosdoğru yolu budur." (6/En'âm, 125-126)

 

f- Hz. İbrahim'in dini (Haniflik): "De ki; Rabbım, beni sırat-ı müstakime (doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah'ı birleyen İbrahim'in dinine." (6/En'âm, 161)

 

g- Adalet: "...Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür." (Sâd, 22) "Gerçekten Rabbın, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).” (11/Hûd, 56)

 

Tefsirlere baktığımızda "es-sırata'l-müstakim" den maksadın ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslam ve İslam şeriatı, Peygamberimiz'in ve ashabının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırat köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mutedil (dengeli, orta) yol. Ayette sözkonusu edilen doğru yol (sırat-ı müstakim), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola davet etmişlerdir. Bu nedenle sözkonusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isabet etmişlerdir. Bazı müfessirler, bununla Kur'an'ın, bazıları İslam'ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslam da, Kur'an da Hz. Muhammed (s.a.s.)'in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında bir ihtilaf sözkonusu değildir.

 

Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen "sırat", İslam terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet'e uzanan, 'kıldan ince, kılıçtan keskin' yol olarak da geçer. Bu yol, yani 'kıldan ince, kılıçtan keskin' olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü'minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama, sırattan geçmedir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırat-ı müstakim tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve ahiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda 'kıldan ince, kılıçtan de keskince' bir yoldur. İnsan, Allah elinden tutmazsa, her an bu yoldan kayıp, bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol davetçileri vardır. "Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah'ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın." (7/A'râaf, 86)

 

İnsan, her adım başında bu yoldan (sırat-ı müstakim) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, "Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat" diye dua etmiştir. İşte, ömür boyu Allah'ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah'a dua etmek gerekir: "Rabbımız, hidayete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğiriltme ve katından bize rahmet bağışla." (3/Âl-i İmran, diye yalvarmak gerekir. "Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sabit kıl!" (Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13) diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında "sırat-ı müstakim" üzerinde olan insanlar, 'kıldan ince, kılıçtan keskince' yolu geçen insanlar, Ahirette de Cehennemin üzerindeki "sırat"tan geçip, Cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah'ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; Ahirette Cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: "Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah'ın dışında taptıklarını. Götürün onları Cehennemin yolu (sıratı)na." (37/Saffât, 22-23) (2)

 

Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran... Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fatiha'nın bu ayetinde kul, Allah'tan bir istekte bulunur; bir yolcu

olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Ayetteki yol'dan ne kast edildiğine gelince:

 

Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedi geleceğe, yani ahirete çıkan bir yoldan ibarettir. "Sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol belirledik" (5/Mâide, 48) "De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah'ı birleyen ibrahim'in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi." (6/En'âm, 161) Bu ve diğer bazı ayetlerden de anlaşılıyor ki, "yol"dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, "Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!" anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırat-ı müstakim; İslam, Kur'an ve Rasülüllah'ın yolu ve bunların dayanağı Allah'ın bildirdiği vahiydir. Fatiha suresinin sözkonusu ayetinden, kulun Allah'tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler... tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saadete kuvuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur'an-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi (68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28) oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbı Allah'a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saadeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O'dur. "De ki: Yol gösterme ancak Allah'ın yol göstermesidir." (6/En'âm, 71) "Asıl doğru yol, Allah'ın yoludur' de!" (2/Bakara, 120) "Yolu doğrultmak Allah'a aittir." (16/Nahl, 9)

 

Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur'an'da bildirilip gösterilmiştir: "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?" (90/Beled, 10) "Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." (21/Enbiyâ, 73) "Şüphesiz ki bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür." (17/İsrâ, 9)

 

İbni Mes'ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: "Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve 'Bu Allah'ın yoludur' dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek 'Bunlar ise diğer yollardır. Herbiri üzerinde yanlışa davet eden birtakım şeytanlar vardır.' Buyurdu. Arkasından da şu ayeti okudu: "Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O'nun yolundan saptırmasın. (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor." (6/En'âm, 153) (İbn Mâce, Mukaddime 1).

 

Fatiha suresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp, sadece sırat-ı müstakim olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: "Nimet verilenler" Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırat-ı müstakime mensup olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir ayetttir. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka ayette şöylece açıklanır: "Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah'ın büyük lütfudur." (4/Nisâ, 69-70) Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu ayette belirtilen insanlık zirvelerinden değil birini, yakın bir

şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah'ın yolunu, O'nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük mükafat ve ne güzel bir nimettir bu!

 

Fâtiha suresinden öğreniyoruz ki, mü'minlerin Allah'tan ilk ve en önemli isteği hidayettir. "Nesteıyn"de ilk hedefimiz Allah'ın yardımı oluyor. Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O'nun doğru yoluna hidayet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.

 

 

"Bizi dosdoğru olan yola (sırat-ı müstakime) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!"

Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahudiler, sapıtanların ise hıristiyanlar olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda Rasûlüllah'tan naklolunan rivâyet vardır: "Yahudiler, kendilerine gazap edilmişler; hıristiyanlar da sapıklardır." (Tirmizî, Tefsiru'l-Kur'an, 1-2) Yahudi ve hıristiyanların gazaba uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda ayet vardır. Bu ayetlerin her birinde yahudilerin gazaba uğrama, hıristiyanların da sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.

 

 

 

(1/Fâtiha, 6-7) 5. ve 6. Ayetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde bildirilmişti. 7. Ayetle de olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırat-ı müstakimden ayırıp ebedi azaba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.

 

 

 

 

 

 

 

 
 

Simli Resim
 
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol